7 Şubat 2011 Pazartesi

SÜBAP

Sübap’ı belki bilirsiniz, arabası olanlar bilmeli, benzin-hava karışımının yakmak için motora alınması, yanan benzinin dumanını tahliye etmek için motordan atılması işlemi sübap düzeneği ile olur. Ayrıca basınçlı kaplar da basıncı dengelemek için bulunur. Bu dengeleme işinin otomatik veya el ile yapılanı da vardır. Belli bir basınçtan sonra, sübap kapalı alandaki fazla havanın çıkmasını sağlayarak, basıncının düşmesine, patlama tehlikesinin en aza indirilmesine yarar. Ayrıca topla oynanan sporlarda da topun, fazla yada az hava ile şişirilmesine hakemler tarafından izin verilmez. Top da oto lastiği gibi tam havasında olmalıdır, ne fazla ne de az... Bazen, örneklerdeki gibi insanında kafası, midesi, bağırsakları, damarları fazla şişebilir, daral gelir, neredeyse patlayacak gibi olur, ya.. Bunun nedenleri de çeşitlidir. En bilinenleri sıkıntılar, stres, yiyecekler, çevremizde gelişen olumsuzluklar, gelecek endişesi, çağımızın getirdiği ve bedenimize yüklediği ruhsal ve maddi baskıları sayabiliriz. İşte bu yüzden, vücudumuzda böyle kötü zamanlar için, gözle görülmeyen, ancak hissedebileceğimiz bir sübap bulunur. Basınca maruz kaldığımız o anlarda, biraz gevşetip, gazımızı almak, rahatlatmak için..
Gerilen bedenimizin ve beynimizin bu gerginliği ve sıkışmışlığını yok etmek için ne yaparız? Kendimi bazen, böyle anlarda anlarda kullanılması gerekli "sübap" yerine koyarım. İnsanların rahatlatmaları, rahat olmaları ve hayata daha sıkı tutunmalarını sağlamak için sadece yanlarında dururum. Kendimi hissettiririm. Hiçbir şey yapmasam bile, bu duruş çoğu zaman insanoğluna yeterli gelir. Bu duruşun ne bir getirisi olur, ne de karşılığı beklenir. Öylesine içten gelen, insani olmanın getirdiği bir hassasiyettir bu.. Bir nevi benim alışkanlığımdır.  Bunu davranışlarımın içine serpiştirveririm, öyle bilerek yapmam, kendiliğinden oluverir. Görev gibi kabullenmiş, bu güne kadar hiç de gocunmamışımdır. Bu "alışkanlığımı" her ne kadar başkaları için yapsam da ruh sağlığıma olumlu katkı sağladığını biliirim. Eğer ihtiyacınız var ise, böylesine bir insani duyguyu, başka yerden temin etmeniz mümkün değil. Bu benim içimdedir. Sadece dışarı çıkarıp, ona bakmam ve kabullenmem yeterli olur. Kimisi maddi olanaklarını sübap gibi kullanarak bizi rahatlatırlar. Kimisi, yanında-arkasında olduğunu hissettirerek bunu yapar. Her nasıl olursa fark etmez.. Genelde, maddi kısmını bir kenara bırakırsak, çoğu kez ikinci şıkta görmüşümdür kendimi.. Terapi(st) eğitimde almadım, ancak bir kişinin, bir topluluğun, bir arkadaşın yanında olmak ya da uzakta olsam bile, ruhen yakınında, bulunduğumu ona hissettirebilmem çoğu zaman yeterli olur. Rahatlıkla sizlerde kendinizde deneyerek farkına varabilirsiniz. Ben bunu biliyorum, beni algılayabildiklerini hissedebiliyorum. İşte mutluluk dedikleri, biraz da bu olsa gerek.. Hayır, hayır.. Başka seçenek kabul etmiyorum.. Tamamen bu olmalı, özellikle maddi karşılığı olmayan “şeyler”lerden seçilmeli ki vücut tadını sonuna kadar hissedebilmeli..  Tıpkı yeni doğmuş bebeğin gazının alınmasının ne kadar gerekli olduğu gibi, vücudumuza bunu devamlı enjekte etmeliyiz. İçimizde varsa bunu dışa çıkarmalıyız. Sonuç olarak ruhumuzun yegane besini budur.
 Kendimi, böyle sübap yerine koyamadığım, teskin edici bir ilaç gibi hissedemediğim, huzursuz olduğum anlarda, bende de belki bir "gaz sıkışması" oluyordur. Ruhum mengenede sıkışır gibi  daralır bazen.. Sonuçta, kemiğe bürünmüş, et ve sudan oluşan insanız, elbette.. Polyannacılık hoş ve güzel de bazen yeterli olmayabiliyor. Bu durmda ise kimsenin bunu düşündüğü yok! Polyannacılık; hep benden mi, bizden mi beklenmeli ve hep bu beklentilere karşılık vermek zorunda mıyım?  Bu benim ev ödevim mi, Allah aşkına? Süresi içersinde yetiştirmem mi emredildi? Görevim ve yükümlülüklerimin en birinci sırasında bu mu var? Hayır, yok! Peki dünyaya geliş nedenim mi bu benim? Hayır! Ara sıra sorarım kendime bunları.. Bende, vücudumda bir aksaklık ortaya çıkarsa, ruhen bir çöküntü -kısa sürelide olsa- yaşarsam, ne olacak? Ben, kendimi mi avutacağım, buna yetebilir miyim ? Her defasında bunu nereye kadar sürdürebilirim? Böyle anlarda yatıştırmaya, yumuşatmaya çalışsam da kendimi... Haliyle başaramadığım zamanlarda olabilir, oluyor da.. Öyle ya! Terzi gibi belki kendi söküğümü dikmekte zorlanmışım, çok mu? Burada bir nokta koyup gelelim zurnanın zırt dediği yere, o yer tam da burasıdır. Sıkıntımın tam ortasında, -eşek saatimde- kimlerden ne beklemeliyim? Beklemek hakkım mı, değil mi? Daha önceden, yakınında bulunduğum insanlara seslensem, beni duyarlar mı? Yada seslenmem mi gerekir, yoksa onlar kendiliğinden meraklanır ve beni ararlar mı? Doğrusu böyle bir anda onlarında benim yanıma gelerek, “bir derdin mi var?” gibi kısa ve basit bir cümle ile yaklaşmaları, ya da yüzümün buruşmasını ve ekşimesini "göz ardı" etmeleri dahi belki bana yetecek. Fakat bunu yapabilirler mi diye düşünüyorum. Sonra ise, acaba çok mu zor diye içimden geçiriyorum? Çok değil, kırk yılda bir karşındakinden empati yapmasını bekleyip, “derdimizi” anlamak için çabalasalar.. Buraya dikkat! Bakın, “anlasalar” demiyorum, “çabalasalar diyorum. Hata mı etmiş oluruz? Sen, yüz çizgilerin gerildiğinde, “derdin nedir?” diye sorulmaz, yada tam tersi, karşındaki yüzünü ekşittiği zaman, “derdim nedir sormuyorsun” tarzında, manalı, serzeniş kokan davranışlara ne demeliyim? Şunu mu: Hadi canım sende!..   
Buralarda, dostlar arasında sık sık kullandığımız, güzel bir sözü var; “götürüye mi aldık biz bunu”, şeklinde... Şimdi de ben soruyorum; götürüye mi aldım insanların dertlerini?  Ne mecburiyetim var? Zorunlu yapmam ve her defasında yanlarında -ister iste, ister isteme- olmam mı gerekiyor? Hep benim mi "nasılsınız”, “bir derdiniz mi var” diye sormam, aramam gerekir? Karşılıksız olarak ve davet edilmeyi beklemeden, kendiliğimden bunu yapmışlığım çok fazladır da karşılıksız, kendiliklerinden bunu yapmışlıkları belki hiç yoktur veya bir, ikidir! Bu davranış şeklini medeni ve insani ilişkilerin neresine oturtalım? Hiç mi benim bir derdim olamaz, sinirlerim çelikten, kaslarım demirden mi? Bir kerecik de siz, hiç yapmam ama kötü bir şey söylesem, yada suratım asık olsa dahi bir kere de sizler benim “gazımı” almaya çalışın.. Bir bebek itinalığı şefkati içinde yapın bunu. İncileriniz mi dökülür, yaparsanız? Yapmazsınız, biliyorum.. Benim tüm bu bahsettiğim davranışlarım mı sizi "çok “rahat” bir insan" yaptı veya yapıyor? Sık olmasa da karşılaştığım bu olayların sonucunda, kendimi affedememem ve kızgınlığım bundandır, bilesiniz... siz ne derseniz deyin, bu böyledir!
07.02.2011
14.45