31 Aralık 2010 Cuma

VİTRİN SÜSLERİ!

Yılbaşı kutlanmasına karşı değilim ama.. İş çığırından çıkmaya başladı ve kültür bombardımanına dönüştü. İlkokullara kadar noel baba indiyse yandık! Hangi yöne baksam -buna tv. kanalları da dahil- ya ışıl ışıl yanan çam ağacı ya da kırmızılar içinde, takma sakallı, hoo.hooo..hoo diye böğüren noel midir nedir, o babalardan.. Ey Türk Halkı” bu “babalara geldiğimizin de kanıtıdır. Uyuma! Sana babalar gibi giymen için –kendi kalıplarında- elbise dikiyorlar!
Kendi babamızı atamızı tanımayız ama maşallah noel baba hepimizin ezberinde.. İlkokul çocuklarına noel babanın resmini gösterin, birde Atatürk’ün resmini gösterin bakın bakalım hangisini tanıyacak? İşte bu resim, Ülkemizin kuşatıldığının, kültür bobardımanının altında ezildiğinin ve –böyle giderse- yakında yok olacağının (yok edilmek istendiğinin) göstergesidir. Eskiden yılbaşlarında sadece yeni yıl kutlanırdı. Evde akrabalar toplanır, sade bir yemek yenir. Ardından biraz tv. izlenir. Heyecanlı bir tombala partisi yapılır. Oyun devam ederken, kış meyvelerinden oluşan, ülkemizde yetişen portakal ve mandalina ağırlıklı meyveler yenir, yanında yine Ülkemizin çerezlerinden ikram edilir. Bir iki duble de rakı içilirdi. Gece 12 olunca herkes birbirinin yeni yılını tebrik eder ve 10-15 dakika tombalaya ara verilir, sonra tekrar kaldığı yerden tombala heyecanla devam ederdi. Gece 02.00 da ise bu tören biterdi. En azından yılbaşı kutlamasını da kendimize yakışır, kültürümüz ile yoğurarak yapardık.
Evlerde çam (plastiğini veya gerçeğini) süslemek, altına hediye bırakmak diye bir şey yoktu. Noel baba da yoktu. 1990 yılından sonra bu özel tv. kanalları açılmaya, Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra bu kepazelikler olmaya başladı. Yani kırmızılar giymiş, beyaz takma sakallı, noel babaların kılığına girmiş insanlar yollarda dolaşmaya, çam ağaçları ile süslenmiş vitrinler görülmeye, daha sonra, bu her iki figür evlerimizi, sokaklarımızı hatta (Taksim’de görev yapacak, noel baba kılıklı, sivil, asayiş polisleri ile) devletimizi işgal etmeye başladı. Kimse buna dur demiyor. Ya da bu güne kadar karşı atak olarak alternatif bir şeyler üretmedi. Aydınlarımız ve de aydın geçinenlerimiz, STK’lar, işveren ve işçi kuruluşları gibi.. bu yozlaşmaya karşı çıkmadılar. Bir söylem geliştirip, halkı yönlendirmek, bunlardan arındırmak için insiyatifi ele almadılar.  Artık eskisi gibi, tombala oynayıp evinde gösterişsiz yılbaşı kutlayan kalmadı.  Her evde çam ağacı ve noel baba kılığına girmiş ailenin bir bireyi bulunmaktadır. Ekmeğin aslanın ağzında olduğu şu günlerde, hediyelerimiz çam ağacının altında!
Bizi, bizden resmen çalıyorlar, dönüştürüyorlar, eğip-büküyorlar da haberimiz olmuyor. Duyarsız toplumumuz bunu göremiyor olabilir ama yöneticiler ile bilim adamları, sosyologlar, toplum bilimciler neredeler, ne yapıyorlar? Başkasının kültürüne ihtiyacımız yok ki, bizim kültürümüz bize yeter! Başkasının olup da ihtiyacımız olan tek şey var, o da ancak sanat-bilim olabilir. Başkasının sanatını alalım ama kültürünü asla! Ki onlarda -almayı bırak- bizim kültürümüz ile ilgilendiklerine hiç tanık olmadım, kişisel birkaç kişinin araştırıp, ilgilenmeleri dışında.. Dolayısı ile dinler arası savaş yaşanacak kehanetlerinin yanına, “kültürler arası savaş zaten yaşanmaktadır”ı ekliyorum.
Her yıl binlerce 20’li yaşlardaki genç dünyanın öbür ucundan kalkıp niçin Çanakkale Savaşının yapıldığı mekana gelirler. Hiç düşündünüz mü?  Kültür; eskiyi yaşatmak, atalarınızın sizler için ne yaptığını bilmek, kendi devirlerinde nasıl bir yaşam sürmüşler, ne yemişler-içmişler, ne giymişler bunları bilmek ve geleceğinizi bunun üzerine kurmak demektir. Gelenler şafak ayini adı altında Ülkemizi işgal etmek için Anzak Koyuna çıkartma yapan atalarını –birde utanmadan, sıkılmadan- anıyorlar. Her yıl onlara dua etmek için bir araya geliyorlar. Nerede bizim gençliğimiz? Nerede üniversitelerimiz? Gerçi bizim gençlerimiz de sonradan uyandılar da 57. Alayın yürüyüşünü yaptığı o mesafeyi yürümeye başladılar. Biraz taklit gibi oldu ama olsun! Bir de buna benzer bir organizasyon Kurtuluş Savaşı sırasında, savaşın çok önemli bir muhaberesi için olayın geçtiği yerde, (o kadar uzağa gitmeye gerek yok, Ülkemiz topraklarında)  benzer bir organizasyon yapılmıyor. Kurtuluş Savaşımız da azımsanacak bir savaş mıdır? Gerçi böyle bir etkinlik yapılsa bile, Şafak Ayini zımbırtısını yayınlayan, yaygın, ulusal tv. kanallarımız olarak bilinen kanallardan hangisi bu etkinliği canlı yayınlar ki? Ben söyleyeyim! (E) Hiçbiri!
Uyanık olmaz isen; senden alırlar kültürünü, sana dayatırlar kendi kültürünü..Yersen! Ben yemem de o çam ağacını –hem de ışıklısını- alıp, onların tarlalarına dikmek lazım!  Bu kadar…

31 Aralık 2010
16:40

30 Aralık 2010 Perşembe

NERDEYİM ?

Ne derseniz, deyin
Ama deyim
Yerindeyse
Güzel bir yerdeyim.

30 ARALIK 2010
02.45

28 Aralık 2010 Salı

DİLİMİ EŞEK ARISI SOKSUN!

 
Hayat Gemisi mi, yoksa Yaşam Gemisi mi? Önce aralarında tereddüt ettim ancak fark ettim ki; “Yaşam” kelimesi salt benim yaşamımı, “Hayat” kelimesi ise yeryüzündeki tüm insanların yaşamını anlatıyor., O kelimelere bu anlamları ben yüklüyorum veya düşüncemde ben öyle şekillendiriyorum. Yada her ikis birden.. “Hayat” her ne kadar Arapça bir keleme de olsa, bazen yerini, anlam derinliğini Türkçe kelimelerle doldurmak zorlaşabiliyor. Bizler için usumuzda yer etmiş bu sözcükleri öncelikli kullanmak biraz kolaycılık. Belki de devletlü büyüklerimiz -tereddütsüz- yabancı menşeli bu sözcükleri kullanarak, kulaklarımızda yer etmesini sağladılar, bilerek veya bilmeyerek.. Bu yüzden arınıp, kurtulamıyoruz bir türlü, ne zamanki kurtulmaya çalışsak, bazı zibidilerin ürettiği (ilk aklıma gelen, çok oturgaçlı götürgeç=otobüs gibi..) sözde öz Türkçe garip, anlaşılması ve okunması zor bu kelimeler önümüze konuyor ve puff! Geldiğimiz yere geri dönüyoruz.
Artık bizi –dilimiz konusunda- öyle yordular ki, özümüze, öz Türkçemize uyum sağlamamız bu saatten sonra da çok zor. Peki ya yeni yetişen nesil? Onlarda, -kabusumuz mu , kurtuluşumuz mu bilmiyorum- İngilizcenin baskısını altındalar.  Yeni nesil bundan pek şikayetçi de değil. En basitinden, bilgisayarlarında kullandıkları (QWERTY) klavyeden biliyorum. Fonetiğimize uygun harf dizilişine sahip, “(F) klavyenin” ne olduğunu ise bilmiyorlar.. Geçenlerde, bilgisayarımda kullandığım (F) klavyenin resimlerini çekip, sosyal paylaşım sitesine koymuştum, bunu gören bir tanıdığımızın 11-12 yaşlarındaki kızı; hayret dolu ifade ile “Aaaa,  siz bunun ile mi yazıyorsunuz, nasıl?” Dedi. Yeni yetişen genç kitle bu klavyeler arasındaki farkı da bilmiyor, onlara pek kabahat da bulamıyorum. Bilseler veya öğretmenleri dikkatlerini çekmiş olsa, ısrarla (F) harfi ile başlayan klavyeyi kullanmak isterler, eminim.. Türkçemizi ancak bu şekilde akıcı ve hızlı yazabiliriz. (QWERTY) ile bu olanaksız..Türkçe okuyup yazan bir toplum olarak, İngiliz harf dizimini kullanan klavye bize dayatılmış, zorla kullandırıyorlar! Hiçbir aydın, yazar, entelektüel veya köşe yazarı bu zorla dayatmayı dile getirmiyor. Burada hakkını yememek lazım, Hıncal Uluç bir çok kez köşesinden dile getirdi bu vurdum duymazlığı.. Sonuç; kimsenin  umurunda da olmadı!
(F) klavye ile haşır neşir olması gereken çağımızın gençliği, bu harf dizilişini tanımıyor, yaşamına neler katacağını da düşünemiyor bile!..  Kısaca, eski ile yeni arasında fark yok.. Eskiden Arapça-Farsça kökenli kelimelerin bolca kullanıldığı dilimize, son yıllarda İngilizceden direkt alınmış veya melez diyebileceğimiz (yarı İngilizce, yarı Türkçe), dilimizi yozlaştıran, ucube bu sözcükleri de kullanır olduk. Kültürümüzün yozlaştırılması sonucu dilimize yabancılaştırılmamız muhakkak ki birilerinin işine yarıyordur! Bu başkalaşıma uğrayan dilimizin diğer adı şu olabilir; “İnternet Yazışma Dili”! Yoksa; neden durduğumuz yerde, güzelim dilimizi parçalayalım, özellikle yazı dilimizde, sessiz harflerden arındırılmış, böyle ilgisiz harflerin kullanıldığı (W-Q-X gibi..), melez kelimeleri türetip, bunları kullanalım?
Bu durum birilerinin işine yarıyordur ,elbette, yoksa büyüklerimiz bizi neden uyarmazlar, ön almazlar, anlı şanlı aydınlarımız niçin sus-pus otururlar! Hep söyledim, AB-D’nin etkisinden çıkamayan Türk Hükümetleri tarafından uzun yıllardır yönetiliyoruz, -böyle giderse- daha da çok yönetileceğiz, orası da ayrı bir konu.. Hep onlar bize bir perspektif veriyorlar, yapmamız gerekeni söylüyorlar, istemesek de bize yaptırmak istediklerini bir şekilde yaptırıyorlar. Ama seve seve ama çeşitli ikna yolları ile… Bu ikna yollarından biri de ekonomidir! Sağ olsun hükümetlerimiz de “Bize neler oluyor” sorusunu sorma gereği bile duymuyor. Etki altında kalmamıza rağmen itiraz etmiyor ve sorgulamıyoruz ki, zaten dış güçlerin istediği de bu.
Bütün bunların yansıması, iç politikada ve siyasi arenada eğer bakarsanız kolayca görülebilir. “İki bayraklılık”a itiraz edilmediği gibi, nasıl ki “iki dillilik”e de önce itiraz edilmedi, tepkiler artınca, hükümet kanadından -geçiştirme amaçlı- cılız itirazlar geldi. Yine Kuzey Irak’ta Türk Subaylarının başına"çuval geçirilme" operasyonuna da hiç ses yok! "İsrail'in gemi baskını" yapıp, 9 vatandaşımızı öldürüyor. Siyasilerimiz ise ağızlarını doldura doldura “uluslararası mahkemeye” verdiklerini beyan ediyorlar. Ki uluslararası mahkemelerin bu güne kadar ki verdikleri kararları, bizi tatmin edicilikten uzak olduğu göz önünde bulundurulursa, bu manevralardan bir sonuç alınamayacağı, iç kamuoyunu oyalamaya yönelik olduğu kolayca anlaşılır. Yine, anlı-şanlı NATO toplantılarının birinde, Türk Subaylarının önüne Türkiye’nin bölünmüş, parçalanmış haritasını çıkarıp koydular. Hükümet kanadımız sadece: suların akmadığı zamanlar, musluktan gelen ses gibi bir ses çıkarmıştır! Tıssssss! Sonuç? Yine tıssss…
Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, sen kendi kültürüne, diline, örf-adet ve anane’ne sahip çıkamaz isen, dilini iyi kullanmayı öğrenemezsen, “elin dili” ile konuşmaya-yazmaya başlar, daha sonra bunun ikinci aşamasında “elin dili ile düşünmek”  gelir ki işte bu felaketimiz olur! Dört nala yaklaşan bu “felaket tellalcısı”na ait atın ayak sesine kulak verelim, bu yaklaşan sesleri iyi analiz edelim. Çok geç olmadan “uygulanabilir” bir “sonuç” çıkartalım.

28 ARALIK 2010
01:25

25 Aralık 2010 Cumartesi

UMUT GENÇLERİN! UMUT HEPİMİZİN!


Umudumu hiç kaybetmek istemem, doğal olarak bu hayat tarzıma da yansır. En azından yansıtmaya çalışırım. Umudumuz ve umduklarımız dışında başka neyimiz var ki? Artık onu da kaybetmeyelim, her şeyimizi yitirsek dahi, umudumuz bizim için taze bir başlangıçtır. Yolumuzu aydınlatacak bir fenerdir.

Ülkemizin gençlerinin de umutlu olduğunu görüyorum. İzliyorum. Her ne kadar ülkede ki -genel anlamda- siyasi ve ekonomik huzursuzluk, gelecek kaygısı, yüzlerine yansısa da, için için yanan ateş gibi ümit ve umut devamlı yanmakta, yüzlerine de yansıyan işte bu..

Var işte, hala var.. Kaybetmek yok! Kaybedenlerimiz ise yeniden kazansın umutlarını.. Gençlerden örnek alın, onların gözlerinde ki pırıltı, yüzlerindeki gülümseme; kar üzerinde yakılan ateş gibi, eritsin donuk duygularınızı, eriyen karlar gibi akıp gitsin, ileride sizlere bulaşması muhtemel kirler, paslar.,. Arının! Arı ve duru olun, budur bizleri geleceğe taşıyacak, benliğimizi aşılayacak, bizi sarıp sarmalayacak.. Budur kin ile nefreti, öfke ile şiddeti içimizden söküp atacak.. Budur birlik olup, güçlü olabilmeyi becerebilmek.. Korkmuyorum artık gelecekten..Şansımız var hala, yetecek kadar umudumuz da…

25 ARALIK 2010  
12:05

22 Aralık 2010 Çarşamba

DİKİNE OYNAMAK VE DİŞ MACUNU!



          Sözlerle karşımızdakini kırmamak gerekir.. Devamlı tetikte olmak, dilimizi ağzımızın içinde iyice bir çevirdikten sonra (arkasında sonuna kadar durabileceğimiz ve bizi mahçup etmeyecek) sözcüklerin dışarıya çıkmasına izin vermek gerekir..Ağzımız ile kulağımız arasındaki mesafeyi mümkün olduğunca kısa tutmalıyız. Ağzımızı kulağımıza yapıştırmalıyız, deyim yerindeyse.. Bu bizim elimizdedir. Adımlarımızı dikkatli atmalıyız, yürürken bile dal parçasına basıp, onu bile "çıt" diye kırmaktan kaçınmalıyız. (Burada "bir karıncayı da incitmez idi" sözcük öbeğide kullanılabilirdi.. Bişey mi dediniz? Evet, farklı olmak için kullanmadım.)

        Sağda-solda sarf ettiğin sözler, sözcükler, sevdiklerince, heyecanla beklenmeli, onları, kış soğuğunda bir battaniye gibi sarmalı, şömine ateşi gibi ısıtmalıdır... Ama bunu çok defa yapmak istesek de dünyanın yükü altında ezildiğimiz, insanoğlu ağırlığını gittikçe fazla hissettiği, belimizi büktüğü için yapamamaktayız. Belki ilişkilerimizde "fastfood" misali çok hızlı gelişiyor, değişiyor, ortasını bulamayışımızdandır. Önünü, sonunu düşünmeden ağzımızdan sözcükler çıkıveriyor! Diş macunu gibi... Tüpü sıkıyorsun, fazla dişmacununu tüpten çıkarırsan, tekrar geri sokman mümkün olmaz.. Sözcüklerde bu özelliğe özelliğine sahiptir. Ağızdan çıktı mı, hedefine hemen ulaşır ve vurur. Sen de katil olursun!

        Bilinen bir örnek ise Recep Tayyip Erdoğan'dır. Bütün konuşmaları, sanki savaşta düşmana kurşun sıkar gibi... Böbürlenmekten, başbakan ya! her şeyi ben bilirimcilikten dolayı antipatik olduğunun ise farkında değil..Yakın şakşakçıları kimlerse.. Bunu kendisine anlatamıyorlar herhalde.. Bir de ben "esnafım" diyor.. Sen esnaf olsan, senden kimse alış-veriş yapmaz be kardeş.. Parekende bişey satamaz zaten.. Önceden yaptığı da Ülker'in toptancılığı idi.. Biliyorsunuz, toptancılık 10 kişi ile muhatap olur 10 kamyon mal satar, parekendecilik ise 1000 kişi ile muhatap olur, yine 10 kamyon mal satar.. Dolayısı ile RTE'nin parekende tecrbesi olmadığı için bu kadar sert konuşuyor ve itham ediyor. Esnaf güler yüzlü olmalı, sevecen konuşmalı, müşteri kazanmalı, iyi davranmalı.. Bunlar şimdi RTE'de var mı?

      Futbolda bir deyim vardır. "Dikine oynamak". Bu oyun sitilini futbol içinde birebir uygularsan karşı yarı sahaya çabuk geçer ve çok ani gol bölgesinde tehlike yaratırsın.. Ama bunu kesinlikle "hizmet sektörü" içinde yapamazsın, eğer yaparsan kısa zamanda "avucunu yalarsın"! (Az kaldı RTE'de yalayacak!)

22 ARALIK 2010
02:15

20 Aralık 2010 Pazartesi

DİLEKÇE HAKKIMIZ




                 20 Aralık 2010'un ilk saatlerinde, gecenin bir yarısı izlediğim Okan'ın "Kral Çıplak" programının konuğu, Cem Özer idi. Bu adam bile 12 Eylül Aydınlar Dilekçesine imza verenlerdenmiş, DGM'lerde yargılanmış, programda açıkladı. Ben bilmiyordum mesela, çok şaşırdım. (Cem Özer; yanlış ata oynamaktan ziyade ilk düşündüğünü ilk önce söylediği için bu halde olduğunu düşünüyorum. Şimdi de "tüm zamanların gözde insanı” Sinan Çetin ile ortak bir okul projesine başlayacaklarmış, İşte  asıl şimdi yandı!! Gerçekten yanlış ata oynamak üzere.. Okan bile onu uyardı ama bilmem dinler mi?) Biraz konuyu dağıttık galiba.. Diyeceğim o ki, imza atmak-toplamak'ın da cılkını çıkardılar. Eskiden elinde yazılı metin olurdu ve onu kapı kapı dolaştırıp, veya bir stand kurarak aydınlardan imza alırdın. Eskilerin yaptığı imza toplama kampanyalarını küçümsemeden, şimdi oturduğun yerden, tuşa bas ve sayısal imzanı dünyanın istediğin bir noktasına gönder. Liberal geçinenlerin bunu yapması, bu olaya girmesi, işin değerini daha da düşürüyor, kanaatindeyim.


20 ARALIK 2010
14:40

19 Aralık 2010 Pazar

İNSANI DEĞERLENDİRMEK..

           

        Bu başlık altında dilimin döndüğü kadar anlatacaklarım da ilginç olacaktır. Kadın kadını, erkek erkeği, veya erkek kadını, kadın erkeği değerlendirmesini nasıl yapmalı? Ne gibi kriterlere göre birbirimizi değerlendirmeliyiz? İçimizden gelen hangi sese daha çok kulak vermeliyiz? Uzun boylu-kısa boylu, şişman-zayıf, iyi giyimli-paspal giyimli, makyajlı-makyajsız, bilgili-salak, paralı-parasız, kariyerli-düşük statülü, solcu-sağcı, liberal demokrat-ulusalcı, asabi-sakin, eli açık-cimri...

          Bunların hepsi karşımızdaki insanı sevmek ve güvenmek için birer basamak..Ancak başka önemli kriterlerde var. Örneğin içtenlik, örneğin güvenilirlik, örneğin hümanistlik,örneğin hayvanlara yaklaşımı.. bunlarda çok önemli.. İnsanda iki organ kimliğimizi gizlediği için önemli görürüm. 1- Parmaklarımızı, dokunma duyumuz, 2 - Gözlerimiz, görme duyumuz..(Göz retinası ile parmak izi o kişiye has imzadın, dijital bilgidir bilindiği üzere..)Hemen burada devreye "gözler" girsin! Gözler'e yalan söyletemezsiniz. "Gözler kalbin aynasıdır." Derler ya çok doğrudur. Gözlerinden anlarsın insanın ne mal olduğunu.. Sana bakışından bilirsin seni sevip, sevmediğini yada ne kadar derecede sevdiğini.. Bak gözlerine, kolayca anlarsın. Gözlerimiz, ikili ilişkilerimizde hem alıcı, hemde verici görevini yaparlar. Radyo, gibi telsiz gibi.. Karşındaki kişinin (erkek-kadın farketmez) "kodlarını" bu şekilde alır,değerlendirir ve beyne iletir, kendine ait "kodlarını" da bu şekilde karşıdakine, çözümlemesi için gönderirsin.

        Kadında aynı erkek de, sevebileceğiniz iki kişiden biri jip'e, diğeri ise bisiklete (veya eski bir arabaya) biniyor ise hangisini tercih edersiniz? Yada hangisinin yerinde olmak istersiniz? Jip'e bineni seçmeniz bir yerde normal.. Her insanoğlu-insankadını, yerden yükselmek ister, daha yüksek yerde bulunmak ister bu onun içgüdüsel, tarih öncesinden gelen, kendini koruma amaçlı bir davranış şeklidir. Hep bulunduğu basamağı söylemeyi, dillendirmeyi kabul edemez ve devamlı bir üst basamakta bulunduğunu göstermek ister, iddia eder veya etmeye çalışır. Neden? Acaba eski çağlarda 1000-2000 yıl önce yaşamış insanların devamlı olarak korunmak amacı ile yüksek yerlere ev ve kale yapmaları, bunların etrafını surlarla çevirmeleri gibi..Bir basamak da olsa "yukarıda" bulunmak istemenin nedeni bu olmasın?  Yine çağlar öncesinden insanoğlunun-insankadınının genlerine bu şifreler yazılmış, bu şifrelere göre davranışımızı devam ettirmiş olmayalım? O dönemlerde güvenlik amacı ile yapılan bu davranışlar, günümüzde hangi amaçla yapılıyor? Yine güvenlik amacı ile.. Ancak bir farkı var; artık en azından temel güvenlik gereksinmelerimiz bulunduğumuz ülkelerce temin edilmiş, garanti altına alınmıştır. Yaşadığımız çağda ben bunu güvenliğim için yapıyorum, onun için her zaman bir üst basamakta durmayı ve bir üst basamakta görünmeyi tercih ediyorum, demenin ne kadarı doğru?

        O yüzden güvenlik riskinin en aza indiği bu çağımız yaşamalanında, güvenliğini öne sürerek bir üst basakta durmayı ve bir üst basamağa çıkmayı isteyen kişilere, hiç de iyi gözle bakılmamaktadır. En azından ben öyle bakıyorum. nedeni ise; 1 - Üst basamağa çıkmak için "bir alt basamağın (basamakta duranların) üzerine basman" gerekir! 2 - Acımasızca ve hak etmediğin halde maddi imkana kavuştuysan, devamlı bir üst basamakta durmak hakkını kendinde görürsün.

        Jip'e binmeyi seçersen, yerden "yükselirsin" belki ama kanatların olmadığı için yine de uçamazsın! Havalansan da yere düşmen kaçınılmaz olur. Eski bir arabaya veya bisiklete binenlerdensen, yükseklikle, bir üst basamakta durmanla ilgilenmezsen, senin bu dünyada bulunma nedeninin ne kadar derin bir anlam ifade ettiği ortaya çıkar. Sekiz silindirli Jip'in bu gezegenimize verdiği kirlilik ve zarar ile bir bisikletin verdiği zarar nasıl aynı olur. Bir basamak yükselmek adına; Jip binenin peşinden koşmak yerine, bisikletlinin arka selesinde seyehat etmeyi yeğlemek gerekir. Seledeki seyahat seni daha dingin, insanların içinde huzurlu, temiz hava soluyarak, ayaklarını örgürce sallayabilmeni, düşmemek için bisikleti kullanana sıkı sıkı sarılmanı ve onun sıcaklığını hissetmeni sağlar. Yeğlememiz gereken budur. Bilhassa karşı cins için söylüyorum; unutulmamalıdır ki mutluluk ve huzur hiç tahmin edemeyeceğiniz, farkına varmadığınız bir yerdedir. Yeter ki ona ulaşmayı isteyin ve bir şans verin!! Bisikletli biri ile mutlu olmayı, Jip'li biri ile mutsuz olmaya yeğleyiniz! Karşımızdakinde mevki, para, yakışıklılık veya güzellik aramaktan vaz geçelim. Kendimize "köle" mi arıyoruz? Genç yaşlarda, kızlar veya erkekler bunun ayırdına varamıyor, varılması da çok zor ama imkansız değil, biraz gayret göstermeli, hepsi bu..

        "Para" yerine "bilgi" sahibi birinin peşine takılmak, kısa ömrümüzde bizi az yanıltır, yolda bırakmaz, doğru yöne götürür. Çölde suya ulaşmak gibi bişey olur.. Bilgi'niz olursa, yeteri kadar para -ister istemez- kazanırsınız, ruhunuz dinginliğe ve huzura erişir. Bu dinginlik ve huzurun paradan daha önemli olduğunu ise şimdi anlamasanız bile ileride mecburen anlarsınız. Maddiyatın peşinden koşmak ise size başkasının sırtına basarak yükselmek, veya bu şekilde yükselmiş birine "amade" (bağımlı) yapar. Ki bu hiç bir zaman istemeyecek sonuçları da beraberinde getirir..

        (NOT: Hem fakir hem de berbat, ahlaksız ve kötü emelleri olan insanlar ile çok zengin ama çok mütevazı, sevecen ve huzur veren insanlar da yok mudur? Vardır elbet? Yukarıda yazdıklarım yanlış anlaşılmasın diye bu örnekleri de verdim.)

18 ARALIK 2010
15:58

SARMAŞIĞA TUTUNMAK!!

        

        Etrafımda gelişen olayları irdelediğimde, aklıma geldi ve yazmak istedim! Daha önce de bazı düşüncelerimi açıkladığım yakınlarım bunu hatırlarlar. Maymun; sıkıca bir yere -ağaç dalı veya sarmaşığa- tutunmadan, diğer elindeki "dalı-sarmaşığı" kesinlikle bırakmaz!! Bırakırsa yada çürük bir dala tutunduysa, öngörüleceği gibi yere düşer. Ki ağaçtan düşen bir maymun bu güne kadar gören olmuş mudur, bilmiyorum?

         Bu ne demek şimdi diyebilirsiniz? Demek istediğim şu; maymunun bu davranış şekli kadınların davranış biçimi ile irtibatlıdır. Benzerlik taşır. Maymun ve kadının yaşam süreçleri içinde bu gibi tepkileri, parelellik ve benzerlik taşır. Bu davranış biçiminin benzerliğini de her zaman iddia ederim, istisnalar olabilir, onları ise bir kenera bırakıyorum.Genel anlamda kadınlar bir kişiyi (sevgilisi veya arkadaşları olur) terk etmeden önce muhakkak başka birini bulurlar. Bulmadan terk etmezler! Bu bir yerde içgüdüsel olarak "yedeğe", kendini garantiye almaktır. Gözleri ve aklı buna kestiği anda ise, diğer ellerinde tuttukları "dalı" sırakırlar, yani o kişiyi terk ederler. Kadınlar böyleyse, farzedelim ki bu defa erkek önce davrandı ve kadını terk etti. İşte o zaman o erkek tu-kaka olur, çapkın olur, gözü dışarıda olur, çeşitli yaftalar yapıştırılır.. Çünkü kadın hazırlıksız yakalanmıştır, hiç beklemediği bir anda terkedilmek ona çok dokunur. Tepkisi sert olur! İlişkilerde; "terk eden kadın", "terk eden erkek" kadar, üzülmez..Üzüleceğini de hiç sanmıyorum.  Belki -biraz- acımasız bir eleştiri oldu ama, bu da benim kusurum olsun. Bir kusur bir kabahat var ise onu da bana yazın. Atalarımız ne demiş, o kadar kusur kadı-oğlu'nda dahi olurmuş!!!

        Erkek kadından "illahlah" deyip, onu terk ettiyse, epeyce bir müddet kadınlardan uzak durur. Bunun muhakemesini yapmak için.. Bu da erkek içgüdüsel davranışı, olsun. Tekrar ediyorum, kadınlar boş olan elinin altında, sağlam, tutunabileceği bir dal-sarmaşık yok ise kesinlikle diğer eliyle tuttuğu o "dalı" bırakmazlar! Bu arşimed kanunu gibidir.

        Lütfen karşı cinlerimiz, bayanlar, ağaç dalları, sarmaşık, orman, maymun deyince aklınıza; erkeklerin gıyabında konuşulan -sözde- sıfatları gelemesin; kütük, odun, öküz vs... Bakın o nitelemeler bana neleri hatırlattı da yukarıda sizinle paylaştım. Kıssadan hisse: Erkekler, sadece kadınlar tarafından bilhassa internet ortamında dillendirilen (odun,kütük,öküz) üçlemesinden ibaret ediğildir. Madalyonun bir de arka yüzü vardır.

19Aralık 2010
14:20

18 Aralık 2010 Cumartesi

CHP Kurultayı 18-19 Aralık 2010

          

        Kılıçdaroğlu'nun kanuşması çok etkileyici.. Değindiği konular çok yerinde ve tam 12'den vuruyor. Etkilenmedim desem yalan olur.. Kılıçdaroğlu gitgide kendini yeniliyor, geliştiriyor ve benim düşüncelerime yakınlaşmaya başladı. Refarandum öncesi söylediği AF, TÜRBAN gibi.. bizi ilgilendirmeyen konulara hiç değinmiyor. Değinmemesi de benim dileğimdi zaten...Başka yollar, başka sorunlar dururken bunlara gerek olmadığını, türbandan gelecek oyların o kadarda etki yaratmayacağını, tabanı birleştirip, kucaklaması daha önemli olduğunu nihayetinde anladığını göstermiştir.

18.12.2010
13.26

BİR, İKİ ÜÇ KIRMIZI!!!




         İlk kırmızı, gül'ün rengi! İkinci kırmızı, şal'ın rengi! Ya üçüncü kırmızı? O da Tuborg Special'ın rengi! Üç kırmızı Tuborg, tüm renkleri ayırt etmemizi sağlar. Yahya Kemal'in yazdığı, Münir Nurettin'in ise söylediği gibi.. GÜL, ŞAL ve ZİL diğer adıyla Endülüs'de Raks bir dinleyen pişman, bir de dinlemeyen....


17.12.2010
00.18

17 Aralık 2010 Cuma

ÇİFT DİLLİLİK!!!

 

 
        Günün en önemli konusu, zibidi BDP'nin eş mi, şeş mi, eşik mi, eşit mi.. her neyse o başkanının (Selahattin Demirtaş'ın) açıklamaları yeterince kıyameti koparması gerekirdi; sadece TSK düzeyli bir açıklama yapmış, kalanlar uyumuş...Hazret, heryerde, her halukarda ve her şeyde "çift dilliliği" savunmuş, (sanki kendisi yılan, biliyorsunuz iyi bildiğimiz sürüngen-hayvanlardan yılanın çift dili vardır, dili "çatal"dır.) bu hakkın kendilerine verilmesini istemiş!...

         Bu açıklamanın AKP'den gelmesi gerekirdi, maalesef çok meşguller terörist başı ile müzakere yapıyorlar... Neler vaad ettiklerini ise bilmiyoruz, belki de hiç bilemeyeceğiz. Ana Muhalefet partisi CHP, gündeme yetişmekte -her zamanki gibi- geç kalıyor! Sezar'ın hakkı ise Sezar'a! Herkes uyuyor ama işte bizim beka’mızı temin edecek birim ise uyanık!  Basında cılız da duyulsa, bravo TSK'ya!

          Bu, bu dediğim Türkiye Cumhuriyeti, sanki babasından kendisine -direkt- miras kalmış. Bizim, üzerinde yaşayan diğer insanların, millet fertlerinin hiç hakkı yokmuş gibi.. Cumhuriyetin çocukları olarak bize sormak yok! O, kendi kendine hem "gelin", hem de "güveyi" oluyor! Hayret, insan kendini bu kadar mı alçaltır, bu kadar mı küçültür ve milletin geri kalanını aptal yerine koymaya çalışır, faşist olur... anlaşılır değil.. Ama hak vermek gerekir ki onların da bir akıl hocası var! Artık bu kim ise? Hükümet mi? Yok canım o, olamaz, 87 yıllık, anlı, şanlı Türkiye Cumhurilyeti'nin hükümetidir, o... Böyle bir şeyi neden yapsın ki? Ne çıkarı var ki? Terör neden durakladı? Bilmiyor musunuz? Bu anlı-şanhlı hükümetin başarısı, kendini ayrılıkçı kürtler statüsüne koyan bu haddini bilmezlere yol açıyor, yol gösteriyor ve T.C. Devletine saldırmaları için onları bir nevi teşvik ediyor. kendilerini desteklemeleri halinde herhalde, malum bölgeyi kendilerine peşkes çekeceğine söz vermiştir. Yoksa bu kadar fütursuzca bu zibidiler nasıl konuşabilir. Ha, burada en acıklı durum ise, bu şerefsizlerle aynı fikirde olmadığını bildiğim bir çok kürt asıllı yurttaş ise SESSİZce bekliyor. Neden sessizce bekliyorsunuz arkadaş! sizler ki aklı başında insanlar ve yurttaşlarsınız. kimi bekliyorsunuz, bizim olduğu kadar sizin de altınızdan PKK itleri halıyı çekmekte, biraz sonra sizde yere kapaklanacaksınız. Neden bir tek söz etmezsiniz, korkunuzdan mı? Niçin her türlü tehdit ve tehlikeyi göze alarak bir şey söylemezsiniz.. Neden bu pısırıklık, suskunluk...Bu kadar mı korkuttular sizi? Bu kadar mı acizsiniz? Heyyyyyttt! Uyanın! Uyanın! Geç kaldığınızda ise hepimiz için zaten çok geç kalmış olacaksınız. Benden söylemesi...

17.12.2010 
23.11